Birleşmiş Milletler’in “Uluslararası Barış ve Güven Forumu” kapsamında 2025’i “Uluslararası Barış ve Güven Yılı” ilan etmesi, ilk bakışta umut verici bir adım gibi görünüyor. Ancak 2026 yılına girmemize sayılı günler kala alınan bu kararın, ne kadar samimi ve ne kadar karşılığı olan bir iradeyi temsil ettiği ciddi biçimde sorgulanmalıdır.
Bugün dünya; savaşların, göç krizlerinin, silahlanma yarışının ve derinleşen adaletsizliklerin gölgesinde yaşamaktadır. Barış, yalnızca takvimlere yazılan temennilerle değil; adil, tutarlı ve cesur politikalarla inşa edilir. Ne yazık ki küresel aktörlerin önemli bir kısmı, barışı savunurken dahi çıkar merkezli bir dil kullanmayı sürdürmektedir.
Türkiye, bulunduğu coğrafyanın tüm zorluklarına rağmen; Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Orta Doğu’dan Afrika’ya kadar birçok bölgede barışçıl arabuluculuk girişimleri, insani diplomasi hamleleri ve istikrarı önceleyen çabalar ortaya koymaktadır. Ancak bu girişimler, özellikle Avrupa’nın büyük güçleri tarafından çoğu zaman yeterince desteklenmemekte; hatta zaman zaman görmezden gelinmektedir.
Barışın evrensel bir değer olduğu vurgulanıyorsa, bu değer seçici bir anlayışla savunulamaz. Bir coğrafyada akan kana sessiz kalıp, başka bir yerde yüksek sesle barış çağrısı yapmak inandırıcılığı zedeler. Güven, ancak adaletle; adalet ise tutarlılıkla mümkündür.
Eğer Birleşmiş Milletler gerçekten “Barış ve Güven Yılı”ndan söz edecekse, bu söylemi somut adımlarla desteklemek zorundadır. Bölgesel barış girişimlerine eşit mesafede durmak, arabuluculuk yapan ülkeleri yalnız bırakmamak ve çifte standartlardan arınmak bu sürecin asgari şartıdır.
Aksi halde ilan edilen yıllar, güzel başlıkların ötesine geçemez. Dünya artık temennilere değil, gerçek iradeye ihtiyaç duymaktadır. Barış; niyet beyanıyla değil, bedel ödemeyi göze alan samimiyetle kazanılır.