GÖÇÜK

GÖÇÜK

Batı Karadeniz’in bu sakin orman köyünün üzerine kahredici bir kasvet çöktü. Sabah güneşi parlıyor ama kimin umurunda! Öylesine karanlık ve kasvetli bir sabah ki, kadınlar deli gibi telaşlı. Çıldırtası bekleyişin kavurucu kahrı!

Batı Karadeniz’in bu sakin orman köyünün üzerine kahredici bir kasvet çöktü. Sabah güneşi parlıyor ama kimin umurunda! Öylesine karanlık ve kasvetli bir sabah ki, kadınlar deli gibi telaşlı. Çıldırtası bekleyişin kavurucu kahrı!

“Hangi bölgede?”

“Kimler aşağıda kalmış?”

“Bizim köyden kimse var mı?” Kahredici soruların cevabı henüz yok. Haber yeni geldi…

“Göçük olmuş…”

İçinde dört kişi olan bir araba, sabahın ayazını yararcasına hızla ve telaşla köyden hareket etti. Bu öyle herhangi bir telaş değil, sadece madencilerin anlayabileceği ölüm haberi telaşı… Vardiyası olmayan diğer madenciler de kurtarma çalışmalarına katılmak üzere köydeki tek minibüsle yola çıktılar. Ağızlarını bıçak açmayan madencilerin içleri cehennem gibi kaynıyordu. Acaba hangi bölgede, hangi vardiya, kimlere denk geldi?

Yadigâr Dede, sabah namazını kıldıktan sonra kendisi gibi camiye gelen beş altı yaşıtıyla beraber daha yeni avluya çıkmıştı. Her hafta Çarşamba günü köye gelen postacının motosiklet sesini duyunca çok şaşırdılar. Hem günlerden Çarşamba değildi, hem de bu kadar erken saatte ne işi olabilirdi?

Postacı bu sefer köye mektup değil, kömür karası bir haber getirmişti.

Her zaman neşeli şaka dolu sözlerle selam veren postacı, bu sefer telaşlı, donuk ve boğazına düğümlenmiş sesi ile  “Dedeler, göçük olmuş… Muhtar’a haber verin hazırlıklı olsun.” dedi ve motosikletini hızlıca diğer köyün yoluna doğru sürdü. Kendileri de emekli madenci olan Yadigâr Dede ve arkadaşları şaşırdılar. Postacının böyle bir haber getirdiğine ilk defa şahit olmuşlardı. “Hangi vardiyada? Hangi bölgede?” gibi birçok soru vardı ama belli ki postacı da bilmiyordu. Dedelerden bir tanesi muhtara komşuydu “Ben haber veririm.” dedi…

Yadigâr dede ağır adımlarla evine doğru yürüdü. Oğlunun gece vardiyasında olduğunu biliyordu. Kahredici bu haberi karısına ve gelinine nasıl verecekti?   Yorgun kalbi sıkıştı. “Bir şey olmamıştır, biz neler gördük” diyerek avunmaya çalıştı. Gerçekte, kendisi de birkaç defa göçükte kalmıştı. “Ah yavrum, keşke senin yerinde ben olsaydım. Sen bilemezsin ki şimdi nasıl kurtulacağını” diye mırıldadı. İçinden öyle çok ağlamak isteği geldi ki, eve girmeden avlunun köşesine sindi ve seller gibi boşalan gözyaşıyla ağladı. Acaba ölüm meleği oğlunu almış mıydı?

Bir an oğlunun cansız bedeni gözünün önüne geldi. Karanlık bulut çöktü üzerine…  Biraz sonra toparlandı, henüz gelmemiş bir haber için kendini bu kadar salmamalıydı. Cebinden mendilini çıkardı ve gözyaşlarını iyice sildi. Mendilini özenle katlayarak tekrar cebine koydu. Diz üstü çömeldiği yerden doğrularak yavaş adımlarla yürümeye başladı. Kor ateş yüreğini fena yakıyordu. Bu kasvetli beklemenin ıstırabını, karısına ve gelinine yaşatmamak için, henüz tam belli olmayan haberi vermek istemezdi ama nasıl olsa birazdan bütün köyle beraber onlar da duymuş olacaklardı.    

Kocası gece vardiyasında olan Gerdan gelin, haberi sabah namazından dönen kayınpederinden öğrendi. Kor bir ateş yüreğinin tamda ortasına oturup içini yakmaya başladı. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeden olduğu yerde dönüyor, elleri ve ayaklarının titremesine engel olamıyordu… Kocası gece vardiyasındayken hep oğluyla beraber yatardı. Henüz üç yaşındaki oğlunu uyandırmadı… Diğer tarafta daha iki aylık olan bebeğini uyandırarak beşiğinden kaldırdı. Bebek ağlamaya başlayınca, emzirerek karnını doyurdu. Sonra onu sırtına sardı ve hızla evden çıktı. Hemen yan evdeki kayınvalidesine uğrayarak “oğlan evde uyuyor” diye haber verdi. 

Sırtına sardığı iki aylık bebeği ile koşarcasına ve telaşla köy meydanına doğru yürüdü. Kocasının göçükte kalma ihtimalinin kahredici duygusu yüreğini yakıyordu. Yolda aklına o kadar çok şey geldi ki, beklide yaşamının en uzun yürüyüşünü yapmış oldu. Meydana varmadan, kendi gibi başka kadınlarla karşılaştı.

Köyde sabah yapılacak çok iş vardı. Hayvanlar yemlenecek, çocuklar uyandırılacak, emzikteki bebelere süt verilecek… Ama şimdi hepsi beklemede!

Her sokaktan birkaç insan çıkıyor ve hep aynı kahredici telaşla köy meydanına doğru koşuyordu. Meydan kalabalıklaşmaya başlamıştı.

Haberi alıp telaşla köy meydanına gelen ve öğreneceği yeni bir haber varmış gibi kalabalığın kaosuna dalan insanlar, biraz sonra sakinleşip mevcut uğultuya ortak oluyorlardı. En son yaşlılar da geldiler. Ayakta fazla duramayanların bazıları sedirlere bazıları yerlere oturdu.

Emekli madenciler, etraftakileri teselli etmeye çalıştılar; “Merak etmeyin, biz çok göçük gördük. Allah’ın izni ile burunları bile kanamadan kurtulacaklar…” diye anlatıyorlardı. Bildiklerini fazlasıyla ve abartarak anlatmaya çalışmalarının tek amacı, kahredici korla yürekleri yanan topluluğa biraz olsun merhem olmaktı.

Boğazına düğümlenmiş ağlama çığlıklarını bastırmaya çalışan kadınlar, kendi aralarında mırıldanan adamlar, uykudan yeni uyanmış ve ne olduğunu henüz kavrayamamış çocuklar, dua eden nineler ve olabileceklere karşı topluluğu hazırlamaya çalışan dedelerin olduğu meydan da kasvet dolu bir kargaşa hakimdi.

 Köydeki üç radyodan en büyüğü kahvehanede bulunuyordu. Kalabalık biraz sonra saat başı okunacak ajans haberini bekliyordu. Öncelikle göçüğün hangi bölgede olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Köydeki madencilerin guruplar halinde çalıştığı belli başlı bölgeler çok iyi biliniyordu.

Nihayet saat başı geldi. Kahvehaneci radyonun sesini sonuna kadar açtı. Meydan, adeta nefesler tutulmuş şekilde tamamen sessizleşti… Sahibiyle oynaşmak isteyen karabaş, bu tepkisizliğe anlam veremiyordu. Kümeslerdeki horozların sesleri her zamanki gibi yükseliyor, ahırlarında acıkmış olan büyük baş hayvanların böğürtüleri duyuluyordu. Zaman, doğa için olağan akışında ilerliyorken, meydanın ölümü bekleyen sessizliği kulakları sağır ediyordu.   Radyo spikeri ajans haberlerini okumaya başladı. Haberler bittiğinde, göçük ile alakalı bir şey söylenmemişti.

“Daha çok erken, demek ki göçük haberi radyo merkezine ulaşmamış.” dedi kahvehane sahibi.

“Araba öğleden sonra gelir, şimdi burada beklemenin bir faydası yok.” dedi köylülerden biri.

İlk şok dalgasının üzerinden biraz zaman geçti ama ağır kasvet hiç eksilmedi. Bütün buna rağmen köyde sabah işlerinin de yapılması gerekiyordu. Kadınlar evlerinin yolunu tuttular. Adamlardan bir kısmı eve doğru giderken bir kısmı da kahvehaneye yöneldi.

Gerdan gelin eve geldiğinde kayınvalidesi, hâlâ uyuyan torunun başında dua ediyordu.  Gelinin geldiğini görünce elini yüzüne götürdü ve âmin diyerek duasını bitirdi.

“Geldin mi kızım?”

“Geldim ana!”

Hava kurşun gibi ağır, kelimeler ağızdan çıkmıyor. İkisi de konuşacak derman bulamadılar. Birisinin kocası, diğerinin oğlu! Acaba şimdi nerede? Ölüm meleği onu aldı ise yürekleri buna nasıl dayanacak? Kayınvalide sessizce ve ağır adımlarla kendi evine doğru yönlendi. Eşinden dolayı bu konularda biraz daha tecrübeli olması beklenen kayınvalidenin hissettiği ıstırap dayanılır gibi değildi. Bu sefer ocakta kalan oğul idi ve kalbindeki acı tarif edilemezdi.

Gerdan gelin, sırtına sardığı bebeğini özenle çözdü. Öperek koklayarak uyandırdı sonrada emzirdi.  Karnı doyan bebek tekrar uyudu ve anası onu beşiğine yatırdı.

Yatağın başına oturdu ve uyumakta olan oğlunu seyretmeye başladı. “Allah’ım oğlumu babasız bırakma. O daha çok küçük.” diye dua etti. Eğildi ve oğlunun nefesini dinledi;

“Seni madenci yapmayacağım. Belki berber olursun, belki inşaatçı olursun belki de okuyup büyük adam olursun ama asla madenci olmayacaksın.” diye çok kararlı şekilde konuştu. Biraz önce beşiğe yatırdığı bebeğine de;

“Seni asla madenciyle evlendirmeyeceğim!”

Oysa kendisinin genç kızlık hayaliydi madenci bir kocası olması. Vardiyalarda onu bekleyecek, başka kandınlar gibi kocasının kömür karası olmuş elbiselerini çeşmede yıkayacaktı. Gündüz vardiyasından dönen kocasının kendisi için alacağı eşarbı özenle saklayıp düğünlerde takacaktı. Bebekleri için çarşıdan verdiği siparişin gelmesini heyecanla bekleyecekti. Bütün bu hayalleri kurarken “göçük” hiç aklına gelmemişti… Ve bu sabah, oğlunu madenci yapmamaya, kızını da madenci ile evlendirmemeye yemin etti…

Vakit öğleye yaklaştığında, radyo artık “Maden faciası” haberini vermeye başladı… Kurtarma çalışmalarının devam ettiğini henüz ölenlerin sayısının bilinmediğini söylüyordu. Göçüğün hangi bölgede olduğu belli olmuştu. Köylülerin bir bölümü de bu bölgede çalışıyordu.

Öğle namazından sonra köylüler yine meydanda toplanmaya başladı. Sabah giden arabanın dönüşü bekleniyordu. Hem meydana, hem de köye gelen yola hâkim tepenin üzerinde birkaç çocuk, gelecek arabayı gözlüyordu.

Bir çocuk;

“Geliyorrrr !!!!” diye bağırarak tepeden aşağıya meydana doğru koşmaya başladı. Diğer çocuklarda peşinden koştular.

Öğretmen, topluluktan ayrılarak tepeye çıktı. Bir tarafta köye doğru yaklaşan arabaya diğer tarafta kahredici bekleyiş içinde olan köylülere baktı. “Toplulukta kimlerin kaderinin değişeceği biraz sonra belli olacak” diye düşündü… Ve öğretmen, hayatı boyunca unutamayacağı bir an yaşadığının farkındaydı.

 Araba yaklaştı, meydan da çıldırtası bir kaos oluştu. Araba kalabalığın içine girdi ve durdu. Hiç benzeri olmayan ve tarif edilemeyecek bir uğultu ile bütün kalabalık arabanın etrafını sardı. İçerdekiler indiler… Kısa bir süre sonra bir kadın, çığlık atarak kalabalıktan koşarak uzaklaştı. Birkaç kişi de onun peşinden koştular, yakalayıp sakinleştirmeye çalıştılar... Aynı anda bir adam “Olmazzz!” diye bağırdı ve o da başka bir yöne doğru koştu. Onunda peşinden birkaç kişi koştu.

Kadınlar, sabahtan beri böğürlerinde tuttuğu hıçkırıkları serbest bıraktılar. Delikanlılar, kime ve neye isyan ettiğini bilmeden etrafa savruldular. Nineler de ağladı, dedeler de ağladı.

Üzerlerindeki şaşkınlığı atamayan çocuklar ne yapacaklarını bilemediler.

Araba vakit geçirmeden geri döndü. Bu sefer muhtar, öğretmen ve imamla, iki cenazeyi teslim almak için tekrar yola çıktı. Köyde kalanlar, Kazanlara su doldurdular, ateş yakmak için odun hazırladılar… İkindi vakti çevre köy camilerinden sala sesleri duyulmaya başladı. Dokuz madencinin ismi özenle okundu. Beş köyden dokuz madenci…

Gerdan gelin, oğlunu kayınvalidesine bıraktı, bebeğini özenle sırtına sardı ve cenaze evine yardıma gitti. Kocası ve diğer madenciler daha dönmemişlerdi. Kalplere kazınmış bir kural vardı, beş köydeki bütün madenciler ‘ocaktan çıkmadan’ geri dönülmez, hiçbir madenci geride bırakılmazdı. Bunu çok iyi biliyor ve kocası için artık endişelenmiyordu…

Gecenin ilerleyen vakitlerinde, önde araba, ardında cenaze arabası ve en arkada minibüs şeklinde ki kafile köye giriş yaptı. Ellerinde, el feneri, çıra, gaz lambası olan köylüler tekrar meydanda toplandılar. Zaten bir kısmı hiç eve gitmemişti.

Cenazeler, imam eşliğinde arabadan alınıp caminin içine kondu. Bu esnada karanlık geceyi kurşun gibi ağırlaştıran ağıtlar iyice arttı.

Gaz lambalarının aydınlattığı caminin içinde, sadece imam ve cenaze yakınları kalmıştı… Biraz sonra, yürümekte çok zorlanan yaşlı bir nine getirdiler. Cenazelerden biri onun torunuydu. Nine yaklaştı, torunun yüzünü açtılar. Nine “Yavrummm!” dedi ve yanında getirdiği kınayı torunun alnına sürdü. İki eliyle yüzünü sevdi ve özenle örtüyü kapattı. Sonra diğer cenazeye yönledi. İçerdekiler bunu beklemiyordu. O’nun da yüzünü açtılar. Nine onunda alnına kına sürdü ve yüzünü sevdi. “Sende benim yavrumsun.” dedi ve özenle yüzünü örttü. Nine ve beraberindekiler oturdular. Sabah olmak üzereydi. İmam sabah ezanına kadar cenazelerin başında Kur’an okudu, içerdekiler dinlediler.

Öğle namazından sonra, cenazeler defnedildi. Tam defin işlemi bitmiş, köylüler mezarlıktan dönüyorlardı ki, bir yağmur başladı tarifi mümkün değil. Sanki gökyüzü yarıldı da oradan su olduğu gibi boşalıyordu. Yaşlılar bile “Bu güne kadar böyle bir yağmur görmedik.” dediler.

Köylüler, işte bu bereket, dediler.

Şubat 2022   

    (3 Mart 1992 Kozlu grizu patlamasında hayatını kaybeden 263 madenciye ithaf edilmiştir)